3 Eylül 2011 Cumartesi

Tutma Kendini

Gözlerin değil bakan,
Resimler biliyorum.
Gerçeğin gölgesinde hayalin bir şemsiye,
Güneş yakmıyor, rengim solmuyor.
Seninle gezdik hep bu güneşte,
Lekeler kapanmıyor.
Gözlerini kısma,
Yaşarsın,
Beni kaybettiğin gündeki gibi.

Kalan hep muhkem'dir...

Hani hep derler ya 'Geleceğini biliyordum.' Gideceğini de bilir insan gidenin de diyemez kendine. Giden bir ıslık tutturur duyulmayan ve başlar yürümeye. Akdetmemiştir belki ama hep iki dudağının arasındadır. Kalanın yarası tazelenmez, aksine kapanır. Çünkü gitmesi gerekiyordur gidenin. Boşuna dememiş atalarımız: 'Yanık yerin otu tez biter.' (Kişinin yüreğini yakan acı, kısa bir süre sonra küllenir, yerini yeni ve neşeli duygulara bırakır.) Muntazır durumdan çıkar insan, beklemez artık gideni. İstediği elle birlikte olsun artık acımaz canı. 'Dışı eli, içi beni yakar.' der. Anılar kalır geriye. En çok da iyi anılar. Çünkü insan, zaman geçtikçe kötü anılarını unutur, iyileriyle anar gideni. Bu insanoğlunun en önemli özelliğidir. Yürek çoğu kez yağ bağlar ondan sonra; ferahlar... İnsan yaşadıkça bitmez güzellikler. Yeni başlangıçlar yapar ve çift çenekli bitkilerin gövde ve kökünde yer alan, yeni odun ve soymuk tabakaları oluşturarak bitkilerin kalınlaşmasını sağlayan tabaka gibi kullanır aklını. Us'lu olur. Kefekiye dönerse insan (Delik deşik olmak) yaşayamaz ki zaten. Giden anlamaz bunları izanı yoktur çünkü. Anlaması için onun da bir gün kalan olması gerekir çünkü...

23 Ağustos 2011 Salı

Karanlık sadece kötülükleri örter, iyilikler karanlıkta da görülebilir.

Düşünüyorum da, görme duyumuz olmasaydı daha mı kolay severdik, hep karanlık olurdu, böylece biz ''iyiyi'' daha kolay görürdük. Görme duyumuzu kaybettiğinizi düşünün, elini tuttuğunuz insanı görmüyorsunuz; ne giydiği de önemli değil, boyu da, fiziği de, güzelliği de... Sadece işitme duyunuzu kullanabildiğiniz bir dünyada yaşasaydınız mantığınız ön planda olurdu. Ben karanlıkta ne gördüğünüzün değil ne konuştuğunuzun önemli olduğunu düşünüyorum... Bir yer var bilmediğiniz; Paulo Coelho'nun Elif'te yazdığı gibi; o alanda o kişiyle o noktada bulunmanız gerekiyor. O anda yaşlı-genç farketmiyor, yoğun duygular besliyorsunuz. Ummadığınız anda çıkıyor karşınıza, birisinin yanında geliyor belki, okuyup bıraktığınız bir kitabın içerisinde bıraktığınız numaranızdan buluyor sizi, ayrıldığınız sevgilinizin adını arama motoruna yazınca çıkan videolardaki insan belki de. Tesadüfler, tesadüf değil. Hadi siz de görmeyin sadece işitin!!!

8 Temmuz 2011 Cuma

Sana Gitme Demeyeceğim

Gitmek. Bir hançeri inceltip 
Okyanusa daldırmak isteği 
Ya da düşebilmek atlasların 
Dışına ki ey kalbim 
Yalnızsın bu yolculukta da 
Gitmek. O kaos duygusu, aklın 
Sarsıntılarla yorgun düşüşü 
Bilincin kamaşması belki de. 
Rehin bırakılacak bir şey yok 
Unuttuklarından başka. 
Gitmek. Bir büyü gibi saran 
Ağrılar yumağı, kışkırtılmış 
Düşlerdir ki sen şimdi 
Esirgeme kendini kalbim 
Kederin o derin yalnızlığından 
  
 Ahmet TELLİ
Kalemimden kan damlatan gitmeler... Ve uzun uzun şevişmeler yaşlanmış yalnızlığın yatağında. Karizmatik bir bakış gecenin zifrinde. İçinde kaybolunulan bir girdab yatağıymış meğer. Sen gittin ama sözlerin burada hala. Şimşekten sonra gelen gök gürültüsü gibi...Yengeçvari bir takip 'Hep yanındayım' dercesine ama aynı zamanda yakalayamayan sözleri. Gittin ve sadece bir adın kaldı geride şairin de dediği gibi:

Bir adın kalmalı geriye 
Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde 
Aynaların ardında sır 
Yalnızlığın peşinde kuvvet 
Evet nihayet 
Bir adın kalmalı geriye 
Bir de o kahreden gurbet...

Gözlerimdeki mahreç ve son kalan görüntü; el sallayışın...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Bir annenin ağzından motor kazasında kaybettiği oğluna söylenmiş...

Babasının kuzusu, annesinin nuru,
Kardeşinin biricik koçu, seni çok seviyoruz rahat uyu.

İstanbul yedin yavrumu, karnın doydu mu?
Toprağına getirdim oğlumu,
Asker ettim yavrumu herkes duydu mu?

Zevk için yarış yapan iki araba,
Sıkıştırıp, çarpıp kaçtılar yavruma.
Gözü gibi baktığı motoru uğruna
Canından oldu yavrum Caddebostan sahil yolunda.

Çıktım Sivas'ın yollarına
Çıkardım oğlumu dağlarına
Haktan geldi Hak'ka gitti
Rahat uyu yavrum toprağında..

Sivas'ta doğdun , Erzincan'da büyüdün.
Habur'da okula başladın, Çorum'da sünnet oldun .
İstanbul'da kendini buldun,
21 yaşında gençliğinden oldun..


Tuğper'in annesi yazmış bu şiirleri benden rica etti herkes okusun dedi..
Vicdan hadi gel sen de oku ...

Tuğper uyan yavrum baban kahvaltıyı hazırladı.
İnanç mahsun..
Baban da ben de yiyemiyoruz.

Daha motorunu temizleyeceksin,
Babanla İnanç'la şakalaşıp takışacaksın
Biz yürüyüşe, İnanç antremana
Sen de gezmeye gideceksin.

Ezan okunuyor yavrum şu anda
Ruhuna okuyorum doya doya
Sen cennetlik oldun İnşallah
Hissediyorum..
Günahsız, sessiz, mahsun biliyorum..

Balkonda yazıyorum şu anda
El sallayıp gidiyorsun yine
Seni yolcu ediyorum her zaman buradan
Dönüşünü bekliyorum geleceksin diye

Yavrum çıkıp gelsen şaka yaptım diye
Yüreğimiz kavruuyor dayanamıyoruz
Perişan olduk
Senin haberin yok niye
Yoksa küstün mü bize..



Perihan Teyze ile Didim sahilinde tanıştık. İki tane oğlum var sizinle tanıştırayım dedi. Biz Tuğper'le o yaz tanıştık. Diğer yaz geldiğimde yine PErihan Teyze ile karşılaştık, ağlayarak sarıldı ve 'Tuğper'i kaybettik.' dedi. İşte o an inanamıyorsunuz bir gülün solduğuna. Yüreğine ve kalemine sağlık...







Kucaklamak

Yorgun argın eve gelmiştik. Annem, babama ‘Onu kucakladığın çamaşırlarını sırtından çıkarıp kirli sepetine at.’ dedi. Babam da ‘Yarın yine kucaklayacağım, dursun giyerim tekrar kucaklarken.’ dedi. Kucaklanan kimdi? Bir çuval kum mu, yoksa bir kova dolusu su mu?
O, benim dedemdi ve sekiz aydır yatağa mahkûmdu. Babam küçükken, dedemin kucağındayken dedem de giymiş miydi kucaklama elbiselerini? Yada öyle bir elbise var mıydı? Birilerini kucaklarken özel bir elbise giymemize gerek var mıydı?
Aslında yoktu. Çünkü kucaklamak zorunluysa, samimiyetini kaybediyor. Bir bebek, bir çocuk düşünün, yürüyeceğini biliyorsunuz. Biliyorsunuz ki; yürüyecek bir gün. Ama yaşlı ve yatağa mahkûm bir dede için aynısını düşünmeniz imkânsız. Biliyorsunuz ki; kucaklanarak kalkmak onun için özgürlük.
Şimdi siz kimleri zorunlu olarak kucakladığınızı bir düşünün. Bunu sevgiyle, yani babam gibi yapıyorsanız, o eller hiç yaşlanmaz. Ağızdan çıkan duayla yaşar deriler ve gençleşir. Yaşlı birisine bakmak, bir gün solacağını bildiğiniz gülün son evrelerinde onu sulamaya benzese de, ‘Ben onu yaşatmak için elimden geleni yaptım.’ dersiniz.
Gül, öldükten sonra daha da kurur. Siz onu en değerli köşesine koyarsınız evinizin. Kurudukça güzelleşir. Dağılınca da çöpe atmak zorunda kalırsınız. İşte o zaman o gülün bir zamanlar tazeyken kokusunu, kuruyken duruşunu özlersiniz. Kururken üzüldüğünüz güllerin, kuru zamanlarını bile özlediğiniz zamanlar her şey için geç olmasını istemiyorsanız sımsıkı kucaklayın herkesi… 

5 Haziran 2011 Pazar

Gördüğüm en neşesiz güldün, sadece solarken güldün...







Ben, 1946'da Bulgaristan'da çok fakir bir ailenin oğlu olarak doğdum. Türkiye'ye göç ettik. Aile ağacında, annem ve babamdan sonraki en büyük elmaydım. Ağabey'dim... İki tane kardeşim vardı Aziz ve Mesut. Türkiye'ye göç ettikten sonra kötü şartlara benim kadar dayanamayıp birisi bir yaşında diğeri bir buçuk yaşında beni yalnız bırakıp daha huzurlu bir dünyaya gittiler. Benden dört yıl sonra bir kız kardeşim ve on dört yıl sonra bir erkek kardeşim oldu. Biz üç kişiydik. Gülnaz, çok güzeldi. Bu yüzden  komşular ona nazar değdiğini ve bu yüzden kekeme olduğunu söylerlerdi. Bir gün ağaçta oynarken, evimize bir kadın geldi Gülnaz'a annelik etmek istediğini söyledi. Babam gurbetten döndüğünde bize para getirmez sadece hasat getirirdi. Çoğu zaman şekerli su ve sade katık yerdik. Öğretmen kız kardeşimin durumunu anlamış bu yüzden onu daha iyi şartlara götürmek istemişti. Annem bana da çok büyük iyilik yaparak onu vermedi. Recai, en küçüğümüzdü, ama onun da bizimle bütün dertlerimizi çekmeyeceği anlamına gelmiyordu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudum. O yıllar çok zor yıllardı. Benim Ankara'nın o soğuğunda gazetelerden yatak yapıp banklara uzandığım yıllar... Kimsesiz göründüğümden midir bilmiyorum sağcı mı solcu mu olduğumu anlayamamışlar. Kara listede birinci sırada gören arkadaşım uyarmış da öyle affetmişler canımı... Yurtta kalıyor, kitap paralarımı zar zor denkleştiriyor, verilen yurt fişiyle sadece ana yemeği yiyebiliyordum. Bir hafta boyunca kuru fasülye çıktı. Anamın kuru fasülyesini çok severim. Yanına da pilav yapardı, babamın Konya'dan getirdiği kuru fasülyenin yanına... Yurtta sürekli kuru fasülye yanına pilav almadığımı gören bir arkadaşım fazladan pilav alıp masaya koydu. Gururumu benden iyi tanıyan, çok iyi bir arkadaşım olduğu için usulca iktirdi pilavı önüme. Masadaki bir arkadaş 'Elalemin sümsüklerini mi doyuruyosun?' dedi o anda patavatsızca. Ben, çok aç olduğum halde kuru fasülyeyi de ardımda bırakıp kimse görmesin diye kapıya doğru, rüzgara karşı ağladım, ağladım, ağladım... Rüzgar kuruttu gözyaşlarımı. Yine ıslattım. O soğukta kurudular, yüzüm yandı, ben ağladım. Dört yıl sonra avukat ünvanıyla mezun oldum. Çok iyi paralar kazandım, bana sümsük diyen insanların çok çok üstünde tanınan bir avukat oldum. Yamalı ceketle okula giden o çocuk, şimdi mahkeme salonuna şık takım elbiselerle giriyordu. Ama geldiğim yeri yediremedim bir süre kendime. İzmir'deki en iyi avukatlardan biriydim. Atatürk hayranıyım. İlkeleri benim yaşam tarzımdır. Her ceketimde Türk bayrağı, Ata'mın resmi vardır. Çok güzel harmandalı oynarım. Ben her sevdiğim insanın yanında eğer ortam müsaitse oynarım... Ailem çok geçmeden bana bir kız buldu, Gülser, ablamın adının ilk hecesiyle başlayan bir isme sahip. Evlendik. Hayatımda hüç mutlu olamadım. Olmadım. Bunun tek sorumlusu benim biliyorum. Her doğruda bir yanlış, her yanlışta bir doğru aradım. Sonunda tek yanlışın benim bu doğruları arayışım olduğunu anladım. Çünkü hayattaki tek doğru şey 'Ölüm' denen o sonun var olduğuydu. Kız kardeşimi 2005 yılında felçten kaybettim. Ben de 1 Haziran 2011'de siroz teşhisiyle bu Dünya'ya veda ettim. Aslında Recai'yi yani bizim gidişimizden sonra yalnız kalacak olan küçük kardeşime benim bir zamanlar yaşadığımı yaşatmak istemezdim... Ama zor değildi, asıl mutlu olduğumuz yerin orası olduğunu o da bir gün öğrenecekti... Ve çok mutluydum.  Canaze namazımda bile hoca 'bayram namazı' dedi. Evet o gün benim bayramımdı yanlış bir şey söylemedi... Hep kayalıklara gömülmek isterdim. Ruhum denizi izlesin isterdim. Öldükten sonra hayatta kalan tek kardeşim Recai, beni nenemin mezarına gömmek istedi. Oysa ben kayalıkları istiyordum... O gün defin işleri rast gitmedi nenemin mezarı kayıtlarda çıkmadı, beni deniz kıyısından gezdire gezdire Urla'ya götürdüler. Deniz kıyısına gömüldüm... İskele'ye. Hiç bu kadar bulunduğum yerden mutlu olmamıştım. İlk defa sarhoş değildim. Sarhoş olmak da istemedim çünkü bu yer çok huzurluydu; hayal meyal hatırlasaydım beni getirişlerini çok üzülürdüm. İlk defa birilerinin desteğiyle geldim bir yere... İşte budur dedim bence hayatta herkesin başkasının desteğiyle gelmesi gereken tek yer burası, çünkü kimse sizin aciz olduğunuzu, bir sümsük olduğunuzu düşünmüyor. Beni yerleştirdiler, daha rahat harmandalı oynamam için de kefenimin düğümlerini çözdüler. Ve her zaman olduğu gibi ben sevdiklerimin önünde harmandalı oynadım, onlar ilk defa görmediler. Ve ben ilk defa bu kadar dimdik ve ayıktım... Ben neşesiz bir güldüm ve sadece solarken güldüm... Kardeşim Gül karşıladı beni. 'Abi, düğünüme geciktin.' dedi. 'Vedalaşamadım.' dedim özür diledim ve onun düğününde de bir daha harmandalı oynadım...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Mazide Kaldı Hep




Kıymetli sevgilim Gülnaz İle Hüsnü Yılmaz'ın hayatta kavuştuğu kış günleri Ebedi onunla hayatta yaşadıkça yaşamaya and içmişlerdir. Güle güle ikimize 

Bu fotoğraf arkası yazısı 1957 yılında ıstılah paralanmış. Bir susta varmış gibi de çıkmamış o güne kadar bulunduğu yerden, saklanmış... Korkmuş o yasemin kokulu kadın bir daha okursa üzülür diye... Çünkü 'yazan' giderken üzülmüş yeterince...  Bense, resimdeki bu yazıyı yıllarca sır olarak taşıyan kişiyi kaybettikten sonra, ardından bana miras kalan cüzdanındaki son fotoğrafı aldıktan sonra buldum, 2005 yılında. Ve o günden beri taşıyorum. İnsanın yıllar içinde aynı yazıya kattığı anlam farklı olabiliyormuş. Alicenap davranarak da paylaşıyorum düşündüklerimi ve resimleri... 

Güle güle ikimize...

Günümzde, 'Ev sahibinin bir evi varsa, kiracının bin evi var.' düşüncesi hakim. Kiracı misali 'Bana bir sürü ev var.' mantığındaki kişiler sepet havası çalarak uzaklaşıyor bir evden diğerine... Geri verilmiş bir fotoğraf ; ki o ayrılığın simgesi ; kalmıyor. Arda sadece haber kaynağından silinmemiş boş anılar kalıyor.

Gülnaz Yılmaz İlişkisi var olan durumunu ilişkisi yok olarak kaydetti.

Hani twitter da diyor ya 'Your tweet is over 140 charachters. You will have to be more clever.' Bu yazı yaklaşık 145 karakterden oluşuyor. Muhtemelen bu kişi 1950lerde bir twitter üyesi olsaydı, twitlemekte zorlanırdı. Peki insanlar günümüzde neden bütün düşüncelerini binlerce kişi duysun istiyor? Elbette paylaşmak, şahsına yazılan kişinin bunları okuması, suyun yolunu bulması güzel, ama milyonların okumasına hatta popüler olmasına gerek yok.
Bu şekilde düşündükçe boşuna pala çalınıyor tabiki. Duygusallık dediğimiz o güzel an bir ekranda son buluyor.  Kişi dokunamıyor yazılana, bir sır gizlenemiyor.

Bu kişi profilinin sadece bir kısmını paylaşıyor.

 Kim kiminle herkes biliyor.

Ordan Burdan
Şurdan

 Düşünüyorum da bu fotoğraf ayrılık anında nerede buluşulup, nasıl verildi? Beni düşündürtüyor. Oysa facebook'ta kim kime nerede nasıl sarıldı görebiliyorum...

Aşkımla ben waffle yerken - öpüşürken

 Hiçbirşeyin albenisi kalmıyor. İnsanlar soyutlaşıyor ve ben bu yazdıklarımı kağıtlarda çoğaltmak için yazıyorum.
Ayrıca özenerek baktığım 1950'lerde bir kitap, Alexander Barrantay tarafından yazılmış, adı "Lieben aber wie?" 'Öpmek' deyince, kadının elini öpmeyi anlayan, dudaktan öpmeyi 'Evlilik öpücüğü' türünden "resmi" laflarla ifade eden hoş bir kitap... Gözünden sürme çaldırmak istemeyen insanlara duyrulur...



1 Mart 2011 Salı

Lokavt (lock out-iş bıraktırımı)


Bazı işverenler 'Çıkarın o işçiyi bize çalışan mı yok?Yenisini buluruz.' der kolayca. İşte 'Bana kız mı yok?' diyen insanların onlardan farkı olmadığını düşünüyorum.Çünkü o fiziksel ve psikolojik koşulları kalbe(işyerine) yeni gelene de iyileştirme yapmadan sunarsanız o da bırakıp gidecektir sizi. Yıldırmak(mobbing) için özellikle uğraşmanıza gerek kalmadan o da yılacaktır zaten giden yada gönderdiğiniz gibi. Aradaki haksızlık elbette ki cebellezi. Hakkınız olmayan, 'İstemediğim zaman git, istediğim zaman gel.' lafı haksızlıktır karşınızdakine. Lakin bir yoyo değildir O, istediğiniz gibi oynayın. İp kısadır, boyunuzu aşarsa zıplamaz, orası da ayrı. Gitmesini istediğinde işveren, paralizi iner gidene, hareket edemez...Ama sonra elbette gider hareket edebilince. O da işveren gibi değişmediğinden, kısa sürede kendine gelir ama zaman alır. Cin çalığına dönüştüğünde işveren(seven), yüzüne bakmaz çalışan(giden). Daha iyi bir işyeri bulmuştur kendisine, mutludur.Muhtemelen eğer suç işsiz bırakanınsa, işsiz bırakılan hep mutlu sonla karşılanır, yada ben böyle olmasını isterim. Özetle siz aynı fiziksel koşullarda karşılarsanız yeni gelen çalışanınızı, gidenin suçlu olmadığını öğrendiğinizde ne gideni geri döndürebilirsiniz, ne kalan olarak siz düzelebilirsiniz...Sevmek zor, kovmak kolay, kovulmak gurur kırıcıdır... Kolay gelsin...

24 Şubat 2011 Perşembe

Gemi Yaktım

Mızrağın yalmanının ucuna taktı beni zaman
Hedefin daha ilerisi diyor
Kimi kurtların ağzı bağlanır,
Diğer hayvanlara zarar vermesin diye.
Ben kimsenin ağzını bağlayamayacağıma göre
Kendi güvenli yolumu çizeceğim
Güçlü, çok güçlü bir kadın olacağım
Sonunda oturup denize karşı kederlerimi salacağım
Gözlerimden saldığım şeffaflara benzemeyecek bu
Daha çok haz alacağım
Sadece ben ve rüzgar sarılacağız, yaprak tutacak elimi
Güneş bakacak gözlerime
Sen mi?
Sen uğurladığım gemide olacaksın:)

12 Şubat 2011 Cumartesi

İzmir'de ayrılanlar

Şimdi ben acı çekiyorum
Zaman saracak yaralarımı
Taburcu olduğumda hastahanemden
Sen geleceksin refakatçım olmak için
Çok geç diyecekler sana
Kordon'a çıkacaksın
Nereye gittiğimi biliyor olacaksın
Çünkü ben içimde denizler dalgalandığında daha durgunlarının yanına giderim
Seslendiğinde 'selin' diye ardıma bile bakmayacağım
Aramızdan bir fayton geçecek sen bağırırken
Seslerin, sessiz çığlıkların nal seslerinin ardında kalacak
Faytonda mutlu bir aile olacak belki
Sen onların yüzündeki mutluluğu ödünç bile alamayacaksın o anda
Geçmiş olsun sana bir ambulans çağırıyorum
Hastahanede benim bıraktığım boş yatağa bir randevu ayarlıyorum
Senin ilk buluşmamızda rezerve ettiğin masa gibi...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Öğrendim

Gözlerindeki hareler ışıl ışıl oldu biz girince rampadan köye. Bizi özlediğini düşünüp kapısından girdiğimizde somurtan yüzlerle karşılaşmaktan çok farklı bi duygu. Bu duyguyu insana yalnız böyle temiz kalpler yaşatır. Beklendiğini, özlendiğini bilmek ve bu duyguların gerçek olduğunu ışıl ışıl gözlerden anlamak gururumuzu okşadı. Nadir sayıda araba giren köydeki bir çocuğun 'Siz gelip kendinizi alıştırıyorsunuz biz hep sizin araç girecekmiş gibi hissediyoruz.' demesi 'Seni özledim'den daha gerçekçiymiş... Ne mutlu bize, öğrendik...

8 Şubat 2011 Salı

Ayna Söyler

Nefesimle kurutamadığım saçlarını hangi rüzgar bozdu?
Sevgimle eğirtemediğim başını hangi ağırlık eğdirdi?
Özlemle bakamadığım gözlerin hangi dalgalardan selamlar gemileri?
Tutamadığım ellerin kaçıncı bilekte şimdi?
Tırnaklarında hala benim tenimin birikintisi var
Gözlerinin harelerinde ben varım
Güzel miydi diye sorduğun o kızı benimle kıyaslama sakın
Çünkü sen güzel değilsin artık
Aynaya bak
Ölmek üzeresin.

6 Şubat 2011 Pazar

Söylenti (tirad)

Flaubert'in ağzından dökülen Bovary'm olsan diyordun
Bir göz gülüyorum şu sıralar
Yani hem gülüp hem ağlıyorum
Mazi güldürüyor, gelecek ağlatıyor beni
Ben seni nasıl sevmişim 
Hayır sevmedim herkesi seni sevdiğim kadar
Yanar çiçekler, güller bu şekilde de kururlar
Bana aldığın o gül kuruduktan sonra yandı
Ama olsun yandı ya yine de
Gururum bunların aralarında kaynayan otlar
'Aç kapılarını geliyorum' diyemem
Yarım kaldı ağzından dökülenler
Şimdi başka kadına yazıyorsun sen şiirlerini
Sevdiğim adamı elimden aldılar diyemem
Ben verdim kendi ellerimle;
Senden güller aldığım ellerimle.
Dikenleri batsaydı da sadece o acı kalsaydı ellerimde
Yüreğime batan yaban otlarının tüylerinin acıları değil...

5 Şubat 2011 Cumartesi

Masanın Altında


Tiyatro canlı ve defalarca sergilenen bir sahne sanatıdır. İzlerken emeğin size özel sergilendiğinin de farkındaysanız daha bir zevkli geçer dakikalar. Ben İzmir Devlet Tiyatro'sunun sergilediği oyunları takip ediyorum Van ve İzmir Devlet Tiyatrolarının ortak yapımı olan Roland Topor'un eseri Masanın Altında çok güzel bir tiyatrodur. Oyunun konusu çevirmenlik yaparak hayatını kazanan genç çevirmen bir kızın ek gelir sağlamak için masasının altını bir göçmene kiralaması, bakış açısının değişmesi ve birbirlerine aşık olmasıdır. Oyunu izlerken beni etkileyen sahne göçmen kiracı gencin iki büklüm masanın altından uzun zamandan sonra ilk defa kalkıp sessizleşmesi ve ardından 'Boyumu unutmuşum.' demesiydi. Şimdi kendi hayatımıza dönelim. Hepimizin boyumuzu unuttuğumuz zamanlar olmuyor mu?Düşüp kalkamadığımız yani kendimizi toparlayamadığımız anlar. Masanın altında kiracı olarak yada bir başkasının gönlünde...
Göçmenin söylediği bir de şarkı var paylaşmak istiyorum aklımda kalan kadarıyla
'KkKKn, evinde masanın altını bir göçmene kiralar… Hayata bakışı artık eskisi gibi değildir.Çevirmenlik yaparak hayatını kazanan genç bir kadının ek gelir sağlamak için, evinde masanın altını bir göçmene kiralar… Hayata bakışı artık eskisi gibi değildir
'Küçük bir sandıktır göçmenin evi
Bir daha gelsem şu yalan dünyaya ben
Durmadan girerdim mezara.'
Göçmen hayatından çok sıkılmıştı. Ayakkabı tamiri yaparak kazanıyordu hayatını o da. Fakat ev sahibesine aşık olmuştu. Hem gönlünün hem de masasının altının kiracısı olmuştu onun. Mutlu sonla bitti oyun. Ben gerçeğini yaşamak isterdim kira bedeli olarak da sadece sevgi ve saygı isterdim...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Şüphe

Alkarısı mı boğdu seni? Ben sevgilisini çok seven bir adamın son sözleriyim. Bir bebek dünyaya getirmişti bizim ilişkimizin meyvesi olarak. Adını AŞK koymuştuk. 4 yaşındaydı, sağlıklıydı... Ama sevgilim lahusalık dönemlerinden itibaren onu terketmeyen alkarısının etkisinde kalmış olmalı. Onu boğmak isteyen alkarısını ben sandı... Tek hatası da buydu. Ben mutluydum... Şimdi biz ayrıyız, bebeğimiz mi onu öldürdük kendi ellerimizle. Cinayet değil bu iki insanın kurtulan hayatı... Başkalarında bulduğumuz mutluluk geçici, yakında dönecek biliyorum. Bana bir bebek daha doğurmasını isteyeceğim ve asla terketmeyeceğim onu.İşte o zaman ben mutlu bir erkek olacağım.

1 Şubat 2011 Salı

İstiskal

'Ayağına sıcak su mu, soğuk su mu dökelim?' derler seyrek gelen konuğa sitem etmek için. Ben senin ayağına dökeceğim suyun sıcaklığını bilmediğimden bu istiskal durumum.Hoş ev sahibimken misafirim olmayı da sen tercih ettin orası da ayrı... Ama beni üzen şu sıcaklık karmaşası olmasa seyrek mi geliyorsun sık mı anlamadım ki... Bana aldığın eşyalar da şaşırdılar; bir topluyorum yerlerinden atma hevesiyle bir yerleştiriyorum geri yerlerine. En sonunda onları kimsesiz çocuklara götürmeye karar verdim manevi olarak ben de kimsesiz olduğum halde benim o hediyeleri senden alırken suratımdaki o gülümsemeyi onlarda görünce çok mutlu olacağım en azından.Onlar bu eşyaların anılarını hiçbir zaman bilemeyecekler ama ben iyi ellerde olduğundan emin olduğum için zihnimde devam edeceğim seni hatırlamaya ta ki dert eğirene kadar... (Dert eğirmek:içinden çıkılması güç bir sorunla uğraşmak zorunda kalmak) Çünkü beni bilirsin ben dert eğirdiğimde ağlarım susamam...

29 Ocak 2011 Cumartesi

Seni söylüyorum fıstıki makamla...

Zaman yanında su gibi akmasın artık,
Seni fıstıki makamla söylüyorum.
Ağır ağır acelesiz geç ömrümden;
Hatta kal, gitme!
Seni fıstıki makamla söylüyorum.
Yeni bestem değilsin, sadece yeni söyledim
Hoşçakal diyemedim,
Seni fıstiki makamla söylüyorum.
Gözlerini de özledim
Onlar da gitmesinler
Seni fıstiki makamla söylüyorum.
Son kez çalarken sen,
Ve ben söylerken bu makamla
Uğurlanacaksın göz yaşlarıyla.
Seni fıstıki makamla söylerdim...

Hayatımızdaki DENKTAŞ'a sözler...

Canım yerine geldi.Gül dalından odun, beslemeden kadın olmaz...Herkes kendisinden beklenecek görevleri yapabilecek niteliklere sahip olmalıdır.Beni içinde bulunduğum çaparız durumlardan kurtarabilecek niteliğe sahip olduğunu düşündüm.
''Minyatür bir kalbe sığar mı benim
denizleri tutuşturan gözlerim?'' (
Nurullah Genç) Gözlerim sana farklı bakıyor. Bunu ben değil sen hissedeceksin tabiki...Her insanın sırları vardır, onları gözlerimden öğreneceksin. Bir cinayeti aydınlatan gözler...Kurban'ın öldürülürken baktığı Katil'in yüzünün gözbebeklerde kalan görüntüleri...O görüntüyü nasıl çıkarıyorlarsa aydınlığa, sen de o sırları ordan göreceksin. Bakarken de kendin olacaksın siyahlarında aynı zamanda. Bütünleşeceksin belki de sırrım olacaksın o andan sonra. Minyatür bir kalbe sığmadığını da öğreneceksin böylece...
''Sevgili takar beni oltasına,
atar karaya balık gibi.''
(Mevlana Celaleddin Rumi)  Beni oltasına takıp karaya atmasından korktuğum sevgili... Bunu bana yaşatmanı hiç istemem çünkü ben oltadayken bile ölürüm... Böyle bir girişimde bulunduğun an ölürüm...Bunu düşündüğün an ölürüm...Yaşayamam...

25 Ocak 2011 Salı

Ankara - İzmir Arası Konuştuk

O gece Ankara'da seninle buluştuğumuz akşam mezarını ziyaret etmeye gittiğim birisi gibi geldin bana... Kesinlikle seni içimde öldürdüğüm anlamını falan çıkarma. Karanlıktı, sanırım ondan. Seninle hep karanlıklarda buluşuyoruz farkettin mi? Sadece bir öğlen birlikte denize girmiştik orda vardı güneş... Neyse ne diyordum karanlıktı,  görme duyumu tam anlamıyla kullandığım söylenemez. Bir de şu var mezarda olan birisiyle etkileşimde bulunamazsın, ben sana dokundum bile.. Ne farkeder ben izmir'e dönünce de birer mezar oluyorz...Dokunamadığımız...
   Meyhaneci gibiyim, meyhaneciler, adet gereği kaçıp gitmeyip ertesi akşam yine gelmeleri için sazendelerin sazlarını rehin tutarlar.. Ben iyi bir meyhaneci olamadım senin sazına el koyamayıp, her yeni gece benim olsun diyemedim..
   Musikiden bu kadar bahsetmişken; çargah bir oyun havası çalan yada bu makamda dünyevi bir beste bağlayan kişi çarpılırmış, uğursuzluk gelirmiş derler... Çünkü Hz. peygamberimiz kur'an'ı bu makamda okurmuş... Biz hangi gece bu besteyi bu makamda yaptık bilmiyorum ama uğursuzluk hissediyorum... 

24 Ocak 2011 Pazartesi

Unutma ilk beyaz saç şans göstergesidir ve asla koparılmaz... ''Benimle Ömür Boyu Kal'' diyebilme şansı'dır belki de...

Yalnızlıklara uyandım yine bugün... Tüm mağrur ve acıklı bakışlarımla baktım tavana. Gün yine doğmuştu bana sormadan. Halbuki istememiştim ondan doğmasını. İstememiştim bir kez daha sensiz uyanmayı.İstemezdim,isteyemezdim... Kalkmak,uyanmak,yaşamak zorundaydım sensiz de olsa.Çünkü biliyordum senle uyanacağım günün de geleceğini. Geçmiş aynanın karşısına yüzümü yıkarken birşey farkettim: bir beyazzzz ;tek bir beyazzz; o masumiyetiyle , o farklılığıyla bir beyaz tel saç orda, oracıkta duruyordu dimdik ayakta gururlu. O an anladım artık geciktiğini, sensiz geçen zamanımın heba olduğunu,yalnız yaşlandığımı...






Yukarıdaki yazı arkadaşım Cem Yılmaz'a aittir. Kendisi bir sabah kendisiyle bunları konuşmuş. Ben de 'Neden böyle konuştun?' diye sormadım...





CAN EMNİYETİNİZ İÇİN GEMİ YANAŞMADAN BAŞÜSTÜ'NE ÇIKMAK YASAKTIR!

Bugün vapura bindim, İzmir Karşıyaka iskelesi'nden Pasaport'a gidecektim. Gemide 'BAŞÜSTÜ' denen yer tam ucuymuş hani şu zincirlenerek seyir esnasında yolcuların TITANIC pozisyonunda gerilmesini engelleyen... Buraya asılan uyarı tabelasındaki yazıyı yeni farketmiş olmam da ilginç tabi.Bunun üzerine düşünmüş olmam da. Biz bu tabelayı yaşam kuralı edinmeliyiz bence... Bize yanaşmayan gemilerdeki yolcuları yani hayatımıza girmiş olan fakat uzaklaşmayı tercih eden insanları BAŞÜSTÜ'ne çıkarmamalıyız. Neden mi? Kendi can güvenliğimiz için tabiki... Terkedilmeyen var mı?Terkedildikten sonra hayatını terketmeyen? Kendine dünyayı zindan etmeyen? Yemeden içmeden kesilmeyen? Kaptan'ın bu yazıyı bunu düşünerek asmadığını biliyorum.Fakat kendi can güvenliğiniz için size yanaşmayan insanları başüstünüze çıkarmayın...Bu bir yasaktır, aşk yasakları sever ne yazık ki bunu da biliyorum...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Zekeriya sofrası'na davet

Hiç kimse bir aşkı
Onarmaya kalkmasın
Kaybedilmeye değer
En güzel anında bitirilmişse eğer 


Ahmet Telli


başını çevirdiğin için ağladığımı görmedin hiç
bana bakıp görmediğin için
ben yokken içini çektiğin için

ayağına düşen gölgene acıdın mı hiç sen 

Louis Aragon





Geldik yüze, çıktık düze
Kasım ayından sonra gelen yüzüncü günde kışın soğuk günleri geride kalır.
Atasözü

Kasım ayında bitti herşey... Aramızdaki sevgi, saygı, dostluk... Kasım'ın kaçıydı hatırlamıyorum, ama henüz yüzüncü gün gelmedi o günü bekliyorum ben hala, soğuk günler geride kalınca ısınırız diye bir umut...Türbülansa girdik seninle savrulduk oraya buraya nereye gittiğini de göremedim...Optik kaydırma mı büyüttü bizim küçük sorunlarımızı yoksa biz mi getirdik güzel mevsimimizi bu hale?Ben yukarıdaki şiirlerde buldum seni.Gidişi özetleyen Louis'in ve Ahmet'in -şair kimliklerinden ayrılıp en önemlisi bir insan olarak birilerinin gittiğini benden başka gören bu iki insanın- şiirlerinde... Ve şimdi bir dilek tutuyorum bunun işin de bir Zekeriya sofrası kuruyorum kendime kırk çeşit yiyecekle... Belki bilirsin, belki bilmezsin, belki de bana çok bilmiş dersin yine Zekeriya sofrası: bir dileğin gerçekleşmesi için kırk çeşit yiyecekle hazırlanan sofradır.Bana yazımı getir bu mevsimde çeşit çeşit yiyecek bulamıyorum...

13 Ocak 2011 Perşembe

unutulmuş bir doğum günü kutlaması...

Brnlopnononi,PRMT rds... bunlar İzmir'deki Samet'lerin ölüm nedenlerinden iki tanesi... Benim genç arkadaşımın ölüm nedeni ise nefes yetmezliği... Nefes yetmezliğine sebep olan akciğer kanseri... Bugün herşeyi ne kadar çok abarttığımı anladım...Sıradan bir gribal enfeksiyon geçiriyorum...Bu esnada uyukladığım yataktan bir doğum günü alarmıyla kalktım... Bugün benim her çabaya rağmen kaybettiğim arkadaşımın doğum günü...Mesaj kutumda sıksık okuduğum mesajlarına baktım...
'2009'da yapmak isteyip de yapamadığın veya olmasını çok isteyip olmayan şeylerin 2010'da gerçekleşmesi dileğiyle,çok kötüyüm bu aralar yataktan kalkmaya halim yok... Rüyamda papatya tacı takarken gördüm seni piknikteydik küçüklüğümüzdeki gibi... Ben iyileşirsem yaparım sana 2010'da... Görüşmek üzere,hoşçakal...' işte budur dedim kalk yataktan ciğerlerinden kara kara sular akan çocukluk arkadaşın sana bunları yazabiliyor, ne kadar olumlu bakıyor hayata... Geçen sene kaybettik onu 2011'i göremedi... Benim yapmak isteyip yapamadığım, görmek isteyip sadece rüyamda görebildiğim insanlar (zamanında ayrılmamaya and içtiğimiz) var... Odasına papatya götürdüm, ona bile izin vermediler nefes almasını engeller diye... Şimdi bu yazıyı okuyan birçok kişi o papatyaları doya doya koklayabilirler...Bunu bile düşünmek çok güzel şey...Sevdiklerinize taç yapabilmek...Arkadan helalleşmek değildi istediğim ölümüne gittiğimde herkesin eline para tutuşturdular, hakkını ödediler sözde... Ben yarın 1 demet papatyayla mezarına gitsem ne mutlu olurum... Gecikmiş bir doğum günü hediyesi....Karanlık ama zamanında beni çok aydınlatan birine... Ben şuan hayatta olan bazı canlılara gidemezken bu dünyaya veda ederken bile açık kapı bırakmak ne güzel birilerine...