27 Haziran 2011 Pazartesi

Bir annenin ağzından motor kazasında kaybettiği oğluna söylenmiş...

Babasının kuzusu, annesinin nuru,
Kardeşinin biricik koçu, seni çok seviyoruz rahat uyu.

İstanbul yedin yavrumu, karnın doydu mu?
Toprağına getirdim oğlumu,
Asker ettim yavrumu herkes duydu mu?

Zevk için yarış yapan iki araba,
Sıkıştırıp, çarpıp kaçtılar yavruma.
Gözü gibi baktığı motoru uğruna
Canından oldu yavrum Caddebostan sahil yolunda.

Çıktım Sivas'ın yollarına
Çıkardım oğlumu dağlarına
Haktan geldi Hak'ka gitti
Rahat uyu yavrum toprağında..

Sivas'ta doğdun , Erzincan'da büyüdün.
Habur'da okula başladın, Çorum'da sünnet oldun .
İstanbul'da kendini buldun,
21 yaşında gençliğinden oldun..


Tuğper'in annesi yazmış bu şiirleri benden rica etti herkes okusun dedi..
Vicdan hadi gel sen de oku ...

Tuğper uyan yavrum baban kahvaltıyı hazırladı.
İnanç mahsun..
Baban da ben de yiyemiyoruz.

Daha motorunu temizleyeceksin,
Babanla İnanç'la şakalaşıp takışacaksın
Biz yürüyüşe, İnanç antremana
Sen de gezmeye gideceksin.

Ezan okunuyor yavrum şu anda
Ruhuna okuyorum doya doya
Sen cennetlik oldun İnşallah
Hissediyorum..
Günahsız, sessiz, mahsun biliyorum..

Balkonda yazıyorum şu anda
El sallayıp gidiyorsun yine
Seni yolcu ediyorum her zaman buradan
Dönüşünü bekliyorum geleceksin diye

Yavrum çıkıp gelsen şaka yaptım diye
Yüreğimiz kavruuyor dayanamıyoruz
Perişan olduk
Senin haberin yok niye
Yoksa küstün mü bize..



Perihan Teyze ile Didim sahilinde tanıştık. İki tane oğlum var sizinle tanıştırayım dedi. Biz Tuğper'le o yaz tanıştık. Diğer yaz geldiğimde yine PErihan Teyze ile karşılaştık, ağlayarak sarıldı ve 'Tuğper'i kaybettik.' dedi. İşte o an inanamıyorsunuz bir gülün solduğuna. Yüreğine ve kalemine sağlık...







Kucaklamak

Yorgun argın eve gelmiştik. Annem, babama ‘Onu kucakladığın çamaşırlarını sırtından çıkarıp kirli sepetine at.’ dedi. Babam da ‘Yarın yine kucaklayacağım, dursun giyerim tekrar kucaklarken.’ dedi. Kucaklanan kimdi? Bir çuval kum mu, yoksa bir kova dolusu su mu?
O, benim dedemdi ve sekiz aydır yatağa mahkûmdu. Babam küçükken, dedemin kucağındayken dedem de giymiş miydi kucaklama elbiselerini? Yada öyle bir elbise var mıydı? Birilerini kucaklarken özel bir elbise giymemize gerek var mıydı?
Aslında yoktu. Çünkü kucaklamak zorunluysa, samimiyetini kaybediyor. Bir bebek, bir çocuk düşünün, yürüyeceğini biliyorsunuz. Biliyorsunuz ki; yürüyecek bir gün. Ama yaşlı ve yatağa mahkûm bir dede için aynısını düşünmeniz imkânsız. Biliyorsunuz ki; kucaklanarak kalkmak onun için özgürlük.
Şimdi siz kimleri zorunlu olarak kucakladığınızı bir düşünün. Bunu sevgiyle, yani babam gibi yapıyorsanız, o eller hiç yaşlanmaz. Ağızdan çıkan duayla yaşar deriler ve gençleşir. Yaşlı birisine bakmak, bir gün solacağını bildiğiniz gülün son evrelerinde onu sulamaya benzese de, ‘Ben onu yaşatmak için elimden geleni yaptım.’ dersiniz.
Gül, öldükten sonra daha da kurur. Siz onu en değerli köşesine koyarsınız evinizin. Kurudukça güzelleşir. Dağılınca da çöpe atmak zorunda kalırsınız. İşte o zaman o gülün bir zamanlar tazeyken kokusunu, kuruyken duruşunu özlersiniz. Kururken üzüldüğünüz güllerin, kuru zamanlarını bile özlediğiniz zamanlar her şey için geç olmasını istemiyorsanız sımsıkı kucaklayın herkesi… 

5 Haziran 2011 Pazar

Gördüğüm en neşesiz güldün, sadece solarken güldün...







Ben, 1946'da Bulgaristan'da çok fakir bir ailenin oğlu olarak doğdum. Türkiye'ye göç ettik. Aile ağacında, annem ve babamdan sonraki en büyük elmaydım. Ağabey'dim... İki tane kardeşim vardı Aziz ve Mesut. Türkiye'ye göç ettikten sonra kötü şartlara benim kadar dayanamayıp birisi bir yaşında diğeri bir buçuk yaşında beni yalnız bırakıp daha huzurlu bir dünyaya gittiler. Benden dört yıl sonra bir kız kardeşim ve on dört yıl sonra bir erkek kardeşim oldu. Biz üç kişiydik. Gülnaz, çok güzeldi. Bu yüzden  komşular ona nazar değdiğini ve bu yüzden kekeme olduğunu söylerlerdi. Bir gün ağaçta oynarken, evimize bir kadın geldi Gülnaz'a annelik etmek istediğini söyledi. Babam gurbetten döndüğünde bize para getirmez sadece hasat getirirdi. Çoğu zaman şekerli su ve sade katık yerdik. Öğretmen kız kardeşimin durumunu anlamış bu yüzden onu daha iyi şartlara götürmek istemişti. Annem bana da çok büyük iyilik yaparak onu vermedi. Recai, en küçüğümüzdü, ama onun da bizimle bütün dertlerimizi çekmeyeceği anlamına gelmiyordu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudum. O yıllar çok zor yıllardı. Benim Ankara'nın o soğuğunda gazetelerden yatak yapıp banklara uzandığım yıllar... Kimsesiz göründüğümden midir bilmiyorum sağcı mı solcu mu olduğumu anlayamamışlar. Kara listede birinci sırada gören arkadaşım uyarmış da öyle affetmişler canımı... Yurtta kalıyor, kitap paralarımı zar zor denkleştiriyor, verilen yurt fişiyle sadece ana yemeği yiyebiliyordum. Bir hafta boyunca kuru fasülye çıktı. Anamın kuru fasülyesini çok severim. Yanına da pilav yapardı, babamın Konya'dan getirdiği kuru fasülyenin yanına... Yurtta sürekli kuru fasülye yanına pilav almadığımı gören bir arkadaşım fazladan pilav alıp masaya koydu. Gururumu benden iyi tanıyan, çok iyi bir arkadaşım olduğu için usulca iktirdi pilavı önüme. Masadaki bir arkadaş 'Elalemin sümsüklerini mi doyuruyosun?' dedi o anda patavatsızca. Ben, çok aç olduğum halde kuru fasülyeyi de ardımda bırakıp kimse görmesin diye kapıya doğru, rüzgara karşı ağladım, ağladım, ağladım... Rüzgar kuruttu gözyaşlarımı. Yine ıslattım. O soğukta kurudular, yüzüm yandı, ben ağladım. Dört yıl sonra avukat ünvanıyla mezun oldum. Çok iyi paralar kazandım, bana sümsük diyen insanların çok çok üstünde tanınan bir avukat oldum. Yamalı ceketle okula giden o çocuk, şimdi mahkeme salonuna şık takım elbiselerle giriyordu. Ama geldiğim yeri yediremedim bir süre kendime. İzmir'deki en iyi avukatlardan biriydim. Atatürk hayranıyım. İlkeleri benim yaşam tarzımdır. Her ceketimde Türk bayrağı, Ata'mın resmi vardır. Çok güzel harmandalı oynarım. Ben her sevdiğim insanın yanında eğer ortam müsaitse oynarım... Ailem çok geçmeden bana bir kız buldu, Gülser, ablamın adının ilk hecesiyle başlayan bir isme sahip. Evlendik. Hayatımda hüç mutlu olamadım. Olmadım. Bunun tek sorumlusu benim biliyorum. Her doğruda bir yanlış, her yanlışta bir doğru aradım. Sonunda tek yanlışın benim bu doğruları arayışım olduğunu anladım. Çünkü hayattaki tek doğru şey 'Ölüm' denen o sonun var olduğuydu. Kız kardeşimi 2005 yılında felçten kaybettim. Ben de 1 Haziran 2011'de siroz teşhisiyle bu Dünya'ya veda ettim. Aslında Recai'yi yani bizim gidişimizden sonra yalnız kalacak olan küçük kardeşime benim bir zamanlar yaşadığımı yaşatmak istemezdim... Ama zor değildi, asıl mutlu olduğumuz yerin orası olduğunu o da bir gün öğrenecekti... Ve çok mutluydum.  Canaze namazımda bile hoca 'bayram namazı' dedi. Evet o gün benim bayramımdı yanlış bir şey söylemedi... Hep kayalıklara gömülmek isterdim. Ruhum denizi izlesin isterdim. Öldükten sonra hayatta kalan tek kardeşim Recai, beni nenemin mezarına gömmek istedi. Oysa ben kayalıkları istiyordum... O gün defin işleri rast gitmedi nenemin mezarı kayıtlarda çıkmadı, beni deniz kıyısından gezdire gezdire Urla'ya götürdüler. Deniz kıyısına gömüldüm... İskele'ye. Hiç bu kadar bulunduğum yerden mutlu olmamıştım. İlk defa sarhoş değildim. Sarhoş olmak da istemedim çünkü bu yer çok huzurluydu; hayal meyal hatırlasaydım beni getirişlerini çok üzülürdüm. İlk defa birilerinin desteğiyle geldim bir yere... İşte budur dedim bence hayatta herkesin başkasının desteğiyle gelmesi gereken tek yer burası, çünkü kimse sizin aciz olduğunuzu, bir sümsük olduğunuzu düşünmüyor. Beni yerleştirdiler, daha rahat harmandalı oynamam için de kefenimin düğümlerini çözdüler. Ve her zaman olduğu gibi ben sevdiklerimin önünde harmandalı oynadım, onlar ilk defa görmediler. Ve ben ilk defa bu kadar dimdik ve ayıktım... Ben neşesiz bir güldüm ve sadece solarken güldüm... Kardeşim Gül karşıladı beni. 'Abi, düğünüme geciktin.' dedi. 'Vedalaşamadım.' dedim özür diledim ve onun düğününde de bir daha harmandalı oynadım...