27 Haziran 2011 Pazartesi

Kucaklamak

Yorgun argın eve gelmiştik. Annem, babama ‘Onu kucakladığın çamaşırlarını sırtından çıkarıp kirli sepetine at.’ dedi. Babam da ‘Yarın yine kucaklayacağım, dursun giyerim tekrar kucaklarken.’ dedi. Kucaklanan kimdi? Bir çuval kum mu, yoksa bir kova dolusu su mu?
O, benim dedemdi ve sekiz aydır yatağa mahkûmdu. Babam küçükken, dedemin kucağındayken dedem de giymiş miydi kucaklama elbiselerini? Yada öyle bir elbise var mıydı? Birilerini kucaklarken özel bir elbise giymemize gerek var mıydı?
Aslında yoktu. Çünkü kucaklamak zorunluysa, samimiyetini kaybediyor. Bir bebek, bir çocuk düşünün, yürüyeceğini biliyorsunuz. Biliyorsunuz ki; yürüyecek bir gün. Ama yaşlı ve yatağa mahkûm bir dede için aynısını düşünmeniz imkânsız. Biliyorsunuz ki; kucaklanarak kalkmak onun için özgürlük.
Şimdi siz kimleri zorunlu olarak kucakladığınızı bir düşünün. Bunu sevgiyle, yani babam gibi yapıyorsanız, o eller hiç yaşlanmaz. Ağızdan çıkan duayla yaşar deriler ve gençleşir. Yaşlı birisine bakmak, bir gün solacağını bildiğiniz gülün son evrelerinde onu sulamaya benzese de, ‘Ben onu yaşatmak için elimden geleni yaptım.’ dersiniz.
Gül, öldükten sonra daha da kurur. Siz onu en değerli köşesine koyarsınız evinizin. Kurudukça güzelleşir. Dağılınca da çöpe atmak zorunda kalırsınız. İşte o zaman o gülün bir zamanlar tazeyken kokusunu, kuruyken duruşunu özlersiniz. Kururken üzüldüğünüz güllerin, kuru zamanlarını bile özlediğiniz zamanlar her şey için geç olmasını istemiyorsanız sımsıkı kucaklayın herkesi… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder